Başına Bela Alma, Kitaplardan Uzak Dur!
“Bundan üç yıl önce ben yine bu
sahneden bir konuşma yapmıştım. Pek çok insanın aklında o konuşmamdan şu
kalmış. “Hocam, o fotoğraf neydi?”
İşte ben çünkü o konuşmanın bir
yerinde dedim ki,
“Orta üçte bir fotoğraf gördüm, o
fotoğrafa baktım, ODTÜ'ye gittim.” O kalmış.
Ya fotoğraf neydi, biz de çocuğumuza
gösterelim, o da ODTÜ'ye gitsin.!
Ortadaki gördüğünüz çocuk elinde kitap
ya da kitapçık, dosya gibi duruyor olan benim, kız kardeşim, nenem, amcam ve
diğer kardeşim.
Şimdi bu köy, bin dokuz yüz
yetmişlerde çekildi fotoğraf. Bu köy çok özel bir köy arkadaşlar. Bu köyde ben
doğduğumda bin dokuz yüz yetmişlerde iki tane kitaplık vardı, kütüphane vardı.
Bir Köy odasında kitaplık vardı, bir de gençler, orada bir küçük dere var,
oraya kendileri bir bina kuruyorlar ve kitaplık yapıyorlar. Bizim evde kitaplık
vardı babamın kurduğu biz daha doğmadan. Bütün işte Nazım Hikmet'ten Atilla
İlhan'a kadar ben hepsini orada gördüm.
Şimdi böyle bir ortamda kitapların
içinde bir çocukluğum oldu benim. Eğer bugün burada sizinle konuşabiliyorsam,
buluşabiliyorsam, derdimi ifade edebiliyorsam nedeni bu. Fakat ne oldu biliyor
musunuz? Bizim o evdeki kitaplık on iki Eylül'den sonra tamamen yok oldu. Ben
ve annem o kitapları tek tek yaktık, on iki Eylül'den sonra.
Sadece biz yapmadık, bütün Türkiye
yaptı. Aklınıza hayalinize gelmeyecek bütün yazarların kitapları yasaklandı. On
iki Eylül döneminde çocukluğu geçen herkes, ki buradaki pek çok insan ya
anneniz babanız o dönemde yaşadı ya da kendiniz. Silahlar, bombalar ve
kitapların suç unsuru olarak akşam TRT haberlerinde siyah beyaz, sürekli
gördüğümüz bir olaydı. Bu konuşmamın başlığı da zaten oradan geliyor.
Şimdi Türkiye'de evlerin %81’inde 20’den
az kitap var. Bu kitapların ne olduğunu tahmin edebilirsiniz. Yirmiden az, ders
kitabıdır çoğu. Şimdi baktığınız zaman ortalama 27 kitap var Türkiye'de, her
bir evde. Türkiye'de yetmiş bin kişiye bir kütüphane düşüyor. Yetmiş bin kişiye!
Rusya'da beş bin kişiye bir kütüphane düşüyor. Bütün OECD ülkeleri arasında bu
bakımdan bizden daha yoksul olan ülke yok. Pek çok ilçede kütüphane yok. Şimdi
tabii kütüphanenin var olması da sorunu çözmüyor, içinde ne olduğu daha önemli,
ona hiç girmiyorum.
Sadece binadan söz ediyorum, vahim
olan bir şey söyleyeyim, Türkiye'deki okulların %60’ında kütüphane yok. Milli
Eğitim Bakanlığının geçtiğimiz 2018’de yayınladığı faaliyet raporundan
söylüyorum. 66.000 okul varmış Türkiye'de, 36.000 okulda kütüphane yok. Çocuk
gidiyor okula, okulda kütüphane yok. Mahalleye geliyor, mahallede kütüphane
yok.
Bu çocuğun hayatında kitap yok.
Türkiye'de okuduğunu anlamayan bir
yetişkinler ordusu var. Bakın bu yine OECD'nin yaptığı, ki bu biliyorsunuz
bizim büyükelçilik nezdinde temsil edildiğimiz resmi bir kuruluştur, OECD'nin
yaptığı araştırmaya göre ileri seviyede, yani dördüncü seviyede, yani karmaşık
metinleri okuma becerisinde Türkiye'deki yetişkinlerin oranı %1 bile değil.
Onların hepsi de burada olabilir bugün. Yüzde bir bile değil. Hadi ben bu
istatistiği paylaşmak için en üst iki seviyeyi aldım.
Yani karmaşık metinleri farklı farklı
bilgileri bir araya getiriyor ve bunlardan yola çıkarak bir sonuca varıyor.
Türkiye'de bu oran %12, Japonya'da %70, Almanya'da %50, yani Almanya'da ya da
OECD ortalamasına baktığınızda neredeyse her iki yetişkinden biri ileri
derecede karmaşık metinler okuyup anlayabiliyor. Türkiye'de bu oran %12. Yüzde
on iki yetişkinlerde. Peki bunların yetiştirdiği çocuklar nerede?
Yine OECD'den söyleyeyim. Türkiye'de
on beş yaş grubundaki çocukların ileri derecede okuma becerisi, yani okuduğunu
anlama ve kendini ifade etme becerisi %1 bile değil arkadaşlar. Yüzde bir bile
değil. Aynı şekilde baktığınız zaman Almanya'da bu oran %12’yi buluyor,
İsrail'de %9, OEC'de ortalaması %8. Bir ülkeyi
kalkındıracak küçük bir nüve varsa inovasyonu yapacak, o patentleri
geliştirecek, derdini başkalarına anlatacak, dünyaya anlatacak, politik arenada
özellikle son zamanlarda yaşananlara baktığınız zaman kim anlatacak Türkiye'nin
hikayesini?
İşte o yüzde beş, yüzde on anlatacak
ama bizde bu oran ne? %1 bile değil. Bütün bu istatistikler o hisseden
Türkiye'de tabii istatistiklere olan güven azalmış durumda, o yüzden Milli
Eğitim Bakanlığından bir istatistik. Abide diye yeni bir araştırma yapıldı.
Milli Eğitim Bakanlığının resmi verisi her üç öğrenciden ikisi okuduğunu
anlamıyor. Okuduğunuzu anlamazsanız bu çağda fen de yapamazsınız matematik de. Unutmayın,
bütün o eskiden önemli olan hesapları artık bilgisayarlar yapıyor. Muhakeme
dediğimiz şey okumadan geliyor.
Baktığınız zaman yine Milli Eğitim
Bakanlığı Abidenin sonucu sadece %3.55 bu ölçüme göre ileri derecede karmaşık
metinler okuyabiliyor. Üç nokta elli beş. Şimdi ortada çok ciddi bir sorun var
arkadaşlar. Bu sorunu sadece kitaplar üzerinden tarif etmek için gelmedim ben
buraya. Ben kitap okumayı yeniden tarif etmek için geldim.
Bilgiye ulaşma ve işleme. İnternette
her şey var, diyoruz ya. Var ama ona kim ulaşacak, farklı farklı birbiriyle
çelişen verileri kim bir araya getirecek, güvenilir kaynakları kim bulacak,
bütün bunlar için okuduğunuzu anlamanız gerekiyor. Aynı şekilde sözlü ve yazılı
iletişim hayatın bugün her alanına artık sızmış durumda. Yirminci yüzyılda
okuduğunuzu anlamazsanız, derdinizi ifade edemezseniz artık sağlıklı bir hayat
süremezsiniz, pozitif bir ilişkiye giremezsiniz.
Müşteri hizmetlerine bağlanıyorsunuz,
beş dakikada derdinizi anlatamıyorsunuz. Karşı tarafın söylediği yönergeleri
takip edemiyorsunuz. Aynı şekilde gelen sağlık sektörüne iki tane hasta
düşünün. Bir hasta gidiyor, beş dakikada derdini anlatıyor, doktorun
söylediklerini anlıyor, eve girince ilacın prospektifini okuyabiliyor, ihtiyaç
duyduğu zaman internete girip ek bilgi alabiliyor. İkinci hastayı düşünün, ki
Türkiye'nin çoğunluğu bu grupta. Doktora gidiyor, doktorun ne dediğini
anlamıyor. Doktorun verdiği ilaçtaki prospektüsü okuyamıyor. İnternette gördüğü
ilk verilen yola çıkıp kendisine yanlış teşhis koyuyor. Ölümle kalım arasındaki
farktan söz ediyorum, burada okumadan söz etmiyorum.
Diğer konuşmanda da değinmiştim, bunun
temel nedeni, tabii ki müeyyide (yaptırım) toplumu olmamamız. Fakat bunun
ötesinde bu olayın bir de iletişim boyutu var. O kadar çok araştırma var ki
dünyada, kendini ifade edemeyen erkek şiddete yönelir, nokta. Kendini
ifade edemeyen erkek şiddete yönelir. Bence Türkiye'deki kadına yönelik
şiddetin altında böyle bir faktör de var.
Geldiğimiz zaman çalışma hayatına, ne
var çalışma hayatında, ilk nasıl başlıyoruz? İş başvurusu! Son beş yılda
binlerce başvuru değerlendirdim değişik kapasitede. Diyoruz ki, üç cümle de
kendine anlat. Beş cümle yazıyor. Cümleyi bile sayamıyor yani ve bu insan iyi
bir mühendis olabilir, iyi bir doktor olabilir ama kendini ifade etmeyi
bilmiyor. Mülakata geliyor hakeza aynı. İşe girdi diyelim, girdikten sonra
yirmi birinci yüzyılda artık iyi bir mühendis olmanız yetmiyor. Derdinizi de
takım arkadaşlarınıza anlatmanız lazım. Yöneticilerinizle iyi iletişimde
olmanız lazım. Onların ne dediğini anlamanız lazım. Bütün bunlar olmadıktan
sonra isterseniz dünyanın en iyi doktoru, en iyi mimarı olun. Bir de tabii
olayın girişimcilik tarafı var.
Şimdi startup
dünyasına girin, ben de bu böyle bir ekosistemi yönetiyorum. İlk yaptığınız şey
hikayen ne senin kardeşim? Senin hikayen ne, yaptığın projenin hikayesi ne? O
kadar önemli ki. Mühendis çok, hikayesi olan mühendis yok. Doktor çok, hikayesi
olan doktor yok.
Bütün bunların olabilmesi için sizin
roman okumanız lazım, şiir okumanız lazım, derin metinleri okumanız lazım,
dışına çıkmanız lazım, geniş bir kelime hazneye sahip olmanız lazım.
Şimdi gelip burada şunu söyleseydim,
ya bakın okumak çok iyi, gidin okuyun, hadi bir kampanya başlatalım, herkese
kitap dağıtalım. Bence anlamsız bir uğraş olurdu. Çünkü yetişkinlere yeni
davranış kazandırmak çok zor arkadaşlar. Yetişkinler yeni davranış kazanma
noktasında direnç gösteriyorlar, çünkü hayatları belli bir noktaya kadar
gelmiş. Beni dinleyen iyi bir mühendis diyor ki, ya Roman okumadım, buraya
kadar geldim hocam, bundan sonra da giderim. Haklı olabilirsiniz. Dolayısıyla
benim muhatabım sizler değilsiniz, yani bu yetişkinler değil. Şiir okumayan
doktorlar değil. Benim muhatabım çocuklar.
Eğer çocuğunuz varsa bu noktadan sonra
biraz daha dikkatli dinleyin. Beyin gelişiminin ya da herhangi yeni bir
davranışı kazanmanın en kritik dönemi ilk altı yıl arkadaşlar. Özellikle ilk üç
yıl beynin yüzde doksan beşi gelişiyor. Bu dönemde ne yaparsanız yapın uzun
vadeli kalıcı sonucu oluyor. Bu dönemi kaçırırsanız, gelişim psikolojisinde biz
buna kritik dönem diyoruz, bu dönemi kaçırırsanız geri dönmesi, tamir etmesi
çok zor.
Şimdi geçtiğimiz yıl Türkiye'de 1.3 milyon çocuk dünyaya geldi. Bir nokta üç milyon. Bu
çocuklar daha doğduğu gün iki sınıfa ayrılıyor.
Birinci grupta üç yüz bin çocuk var,
yüzde yirmi yaklaşık.
Bu yüzde yirminin evinde kitap var,
istatistiği paylaştım. O yüzde yirminin annesi babası çocuğuna kitap okumanın
gereğini inanıyor, biliyor. Orada bir sıkıntımız yok. Benim de Türkiye'de bu
yüzde yirmiyle yapacağım hiçbir şey yok. O yüzden benim derdim biraz bu
tarafta. Yüzde seksende.
Bu yüzde seksenin evinde kitap yok.
Kitapçının yolunu bilmiyor. Kitapçıya gitse parası yok, kitap alamıyor.
Mahallesinde kütüphane yok, okulunda kütüphane yok. Bu yüzde seksen'in çocukları, ilk defa kitapla ne zaman tanışıyor
biliyor musunuz? Bir milyon çocuktan söz ediyorum her sene. Ne zaman tanışıyor
ilk? Okula gittiği ilk gün. Bu aradaki altı yıllık fark var ya, o altı yıllık
farkı, o uçurum, o makası kapatmanız mümkün değil. İsterseniz dünyanın en iyi
okul sistemini kurun, kapatamazsınız. Dünyada bunu kapatan da yok. O yüzden
herkes ne diyor, okul öncesi dönem. Ne yapacaksanız okul öncesi dönemde yapın,
diyor. Ne yapabiliriz peki?
İşte bir tanesi yeni yeni Türkiye'de
başladı, okul öncesi döneminde her mahalleye iyi bir kreş, iyi bir anaokulu
değil mi? Bu tarz şeyler. Ama bir diğeri daha çocuklara doğdukları ilk gün bir
kütüphane kurmamız gerekiyor ve o anne babaları, o yüzde yüz'den
söz ediyorum artık, herkesi, bak beyin bu dönemde gelişiyor, eğer bu dönemde
kelime haznesini arttırırsanız çocuğunuz okula daha iyi hazırlıyor diye ciddi
bir seferberlik başlatmamız lazım.
Ben böyle bir seferberlik başlattım.
İsmi Bir Milyon Kitap. Bir Milyon Kitap Projesi'nin temel amacı, tam da sözünü
ettiğim o bir milyon çocuğa kütüphane kurmak. Sırtımızı hiç kimseye
yaslamıyoruz. Ne devletten bir kuruş alıyorum ne de herhangi bir vakıftan. O
yüzde yirmiden aldığımızı yüzde seksene vermeye çalışıyoruz. Proje çok yeni.
Gördüğünüz gibi ilk on bin kitabı
seti, Kütüphaneyi bu pazartesi gönderdik. Çok heyecanlandım bak burada. Şimdi
buradan hemen koşa koşa havaalanına gideceğim ve muhtemelen siz şunu
düşüneceksiniz, ya hocam senin tuzun kuru. Tabii New York'tasın, hayal kurmayı
da seviyorsun. Gelip bize hayal satıp gidiyorsun.
Ben sizi bin dokuz yüz on dokuz
senesine götürmek istiyorum. Bin dokuz yüz on dokuz senesinde benim doğduğum
topraklardan çok uzak olmayan bir yerde, Erzurum'da, bir paşa, bütün unvanlarından
amade, her şeyini kaybetmiş ve idam fermanıyla aranıyor. Ertesi gün yanına
Kazım Karabekir Paşa gelecek. Kazım Karabekir acaba onu tutuklamaya mı geliyor,
çünkü idam fermanıyla aranıyor. Yoksa, Emret komutanı mı diyecek, bunu
bilmiyor.
Yanına arkadaşını çağırıyor, gece saat
üç dört olduğu söylenen bir olay bu ve diyor ki, yaz. O gece, o koşullarda
hiçbir unvanı, hiçbir imkanı olmayan idam fermanıyla aranan Mustafa Kemal Paşa
hayallerini yazıyor. İdare şekli cumhuriyet olacak diyor. Kadınla erkek eşit
olacak diyor. Belli bir noktaya gelince arkadaşı diyor ki, darılma ama paşam
sizin hayal peşinde koşan taraflarınız var.
Şimdi eğer Mustafa Kemal bin dokuz yüz
on dokuzda idam fermanıyla aranırken, bugünün hayalini kurduysa biz çok daha
iyi bir Türkiye'nin hayalini hep birlikte kurabiliriz.
Şimdi bakın, o kütüphanesi yakılan
adam burada, babam. Şurada, baba ayağa kalkabilir misin? Babam, o kütüphane
yakıldı, köyde kitaplık yakıldı ama geriye pek çok şey kaldı. O köy
ilkokulundan, benim gittiğim ilkokuldan yüzlerce insan doğrudan üniversiteye
gitti.
Babamın şu an iki değişik yerde
kütüphanesi var. Üç tane kitap yayınladı, her gün üç saat okuyor. Neruda'nın o çok güzel şiiriyle bitirmek istiyorum.
Çiçekleri
kopartabilirsiniz ama baharın gelişine engel olamazsınız.
Teşekkür ederim.”
Bir ara, adı lazım değil, bir öğretim
görevlisi benim hakkımda küçümseyerek “Yazılarının hepsi Çeviri içeriyor, kendi
yazdığı bir şey yok.!” demişti. Bilmediği ise üç yabancı dil bilmem değil
yabancı, ileri ve yeni teknolojiyi ve gündemin gerçeklerini takip ediyor
olduğumun farkında olmamasıydı. Yine bilmediği başka bir şey de öğrencilerime
hep “Ben size bir şey öğretemem ama örnek olabileceğim tek şey, size okuma ve
araştırma alışkanlığı kazandırmak” sözünü her sene yinelemiş olmamdı. Bir de
kendini anlatması için açtığım “Okuma Tiyatrosu” kursu. Çevirilerin asıl amacı
ise, yabancı dil bilmeyenleri, moda yönelimler ve yeni uygulamalar ile
tanıştırarak onları araştırmaya yöneltmeye çalışmamdı.
Simgemiz ise; “Oku, anla, araştır,
düşün, uygula” sıralaması idi.
Sahi, hala bunu uyguluyorlar mı merak
ediyorum?
250519