Hüseyin Cemil Meriç

APH-2540.jpg

Prof.Eckart çocuk doktorudur, Hitler'den kaçanlardandır, bize gelmiştir.

Refik Saydam diye bir sağlık Bakanımız vardır, sonra Başbakan oldu, muhterem bir adamdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin iki büyük Bakanından biridir. Biri Marif Vekili Mustafa Necati, öbürü bu. Bir üçüncüsü yok. Niye yok? Yok. Çünkü sen 12 sene Cihan Harbi yaparsan kalmaz.

Düşününüz ki Ayla Erduran'ın babası meşhur bir Ordinarius Profesör, hatıratını okuyun, Çanakkale'de, çadırda bir İngiliz subay da var, karşı tarafı da alıp bakıyorlar bu tarafta kalınca, siper savaşı ya, bir o taraftasın, bir burada, öbürkülerin ne yaptığını bilmem, bizimkilerin aldığı oluyor, İngiliz subaya demiş ki “Bacağını keseceğim!”

“No, I am going to London” diye cevaplamış subay.

“Valla şimdi sigara içmeye çıkacağım, beş dakikan var, düşün karar ver ya ölürsün ya da ben keserim”. Bu çıkmış sigara içmeye, güüm diye bir top mermisi düşmüş çadırın tepesine.

Tabii o “I am going to London” da gidiyor, çadır da gidiyor. Kalsa bu da gidecek.

Yani herkesi her sınıftan eşit götüren muharebeler bunlar. Sonunda tabii insansız bir Türkiye.

Doktoru yok, avukatı yok, çifte kültüre, doğu-batı kültürüne sahip tüm gençlik gitmiş.

12 sene savaş veriyorsun ki bu kolay değil.

Taa 1911 Trablusgarb'dan başlayıp 1922'de Sakarya'da son buluyor.

Bunlar kolay işler değil. Yeryüzünde ilk savaş uçağı bize karşı kullanılıyor İtalyan’lar tarafından ve ilk savaş uçağını da biz düşürüyoruz.

Bu memlekette tabii ki müthiş bir insan kaybı, müthiş bir aşınma ve bu çok devam etti, hala devam ediyor bu insan kaybı. Her şeyi telafi ettik, bunu edemiyoruz kolay kolay ve tabii burada insanların yetiştirilmesi lazım. Onun için maarife ve sıhhiyeye çok para verilmiş.

Eckhart Saydam'ın bu teklifini değil, emrini dinleyerek önce dedi “Numune hastanesinde kliniğinizi kurarken Anadolu taraması yapacaksınız.” Kendisi yaptı.

Bu taramadan korkunç sonuçlar beklersiniz değil mi? %90 hasta, aç, vs.. şu bu falan.! Hayır.

Çıkan bir takım neticeler Eckhart'ı şaşırtmıştır.

Yani bu '34 e kadar Türkiye'nin içinde kıt imkanları ile maarif ordusu, sıhhiye ordusu aslında bu düzeyde memleketten beklenmeyecek bir noktaya gelmiştir.

Çok önemli bir şeydir bu. Bunun üzerinde durun. Bunlar önemli.

Yani bazı şeylerin böyle Halkçılık demek partinin altı okundan biri değil, bu beni hiç ilgilendirmiyor. Halkçılık, takip edilen bir politikadır. İki ülke bunu yaptı, ikisinin de başında bir Mareşal vardı. Birisi Polonya Cumhuriyeti, başında Mareşal Józef Pilsudski vardı.

Pilsudski bu savaşta, Polonya ordusunu silahlandırmadan çok Polonya'nın sağlık, maarif ve şehirleşme hizmetlerine önem verdi, sonunda da o yüzden Almanya saldırdığı zaman tankı bile yoktu, tanklara karşı atlarla savaştılar. 13 gün de savaştılar. Fransa'dan daha uzun dayandılar, helal olsun. Polonya da alem bir millettir. Bunları da bilin yani.

Öyle sizin sokakta gördüğünüz Polonyalıya benzemiyor hepsi. Enteresan insanlar.

Emir veriyor herif hücum edeceksiniz diye, Albay “Anlaşılmıştır generalim”. Hücum edeceksin Teğmen. “Anlaşılmıştır Albayım.” Tanklara karşı süvarilerle saldırdılar erkeklik şerefini korumak için. Bu tabi motorize olamayan bir ordu. Buna benzer şey bizde de oldu.

Biz tabi Allahtan harbe girmedik. O 2.ci cihan harbinin bir akılcı politikasıdır.

Şartlar da yardım etti. Ama bu arada Türkiye'de bir sürü şey değişti.

Biz 2.ci dünya harbi sonunda, dünyanın çoğunluğunu meydana getiren “az gelişmişler” arasında değildik. Üniversitemizi kurduk, sağlık hizmetlerinin temeli atılmıştı.

Tabi yapılmayacak ve zor durumda olan çok şey vardı fakat bir takım şeylere de hazırlanmıştı.

Efendim “Biz sanayileştik, zenginlik bizle geldi, Turgut Özal'la başladı”. Hiç de öyle değil.

Türkiye'nin gördüğü en önemli mühendislerden, aklı başında politikacılarından biri olan Demirel herhalde şeker yiyordu kenarda. Demirel, Türkiye'nin gördüğü en önemli mühendislerden, aklı başında politikacılarından biri. 50 bin ton kusuru var, 100 bin ton da yaptığı iyi işler var. Bunları bileceksin.

"Efendim, bizimle Müslümanlık geliyor".

Yaa, on bin senedir biz ağaç üzerinde yaşıyorduk, şamanlık yapıyorduk.

Öyle şeyler olmaz. Bunlar boş şeyler.

Bunlar tarih bilmemek, tarihi istismar etmek, kötü amaçla kullanmak için, küçük amaçla kullanmak için ihlal etmektir. Bunlara itibar etmeyin.

Böyle şeylerle iki gün kandırırsınız insanları, üçüncü gün yetişen yeni nesil sizi fena yapar.

Hakikaten mezarınızın üstüne tükürecek dereceye gelir. Yapmayın. Bunlar çok kötü şeylerdir ve konuşulmasın. Dergi çıkıyor böyle, tuhaf tuhaf şeyler, yalan yalan şeyler.

Dergi çıkartıyorlar, kitap yazıyorlar, ki bunlar doğru şeyler değil.

Türkiye kurulmuş, taa 18. asırdan beri Tıbbiye var, Mühendislik var, yavaş yavaş gelişiyor, hızlı hızlı gelişiyor. 19.yy'ın Tanzimat'ı büyük bir olaydır.

O devirde yetişen diplomatları Türkiye'nin yani şaşılacak şey, yani bizdeki diplomasi 1940’tan sonra kurulmadı. Kökü var onun. Bir Mehmet Emin Ali Paşa var, hiç de aristokrat değil. Mısır Çarşısı kapıcısının oğlu. Düşmanları kendisine kapıcızade oğlu diyorlardı.

Öyle bir adam ki, regüler okul tahsili yok o zamanki memurların çoğu gibi. Kalem'de yetişiyor çırak olarak. Onlar böyle 13 yaşında falan, mahalle mektebini bitirince okuma yazma öğrenmiştir zeki çocuk, Kalem’e çırak olur, imtihan ederler “ha, bu okuma yazma biliyor, zeki çocuk, yazısı da düzgünce alalım” derler, beleş devam eder kaleme.

İşte oradaki mümeyyizlerin emrini dinler, çayını kahvesini getirir, kalemlerini yontar, yavaş yavaş temize çekmeye başlar müsveddeleri. Bu, Fransızca da öğrenir o arada. Adam Fransızcayı orada öğreniyor ve La Martin diyor ki Mehmet Emin için “Tabi Fransa'da okumuş, benim kadar düzgün Fransızcası!” Hâlbuki gitmemiş bile Fransa'ya. Hariciye Nazırı ve Sadrazam olduktan sonra Sultan Abdülaziz Han ile gidiyor Fransa'ya resmi ziyarete. Gördüğü Fransa o.

Ondan önceki Avrupa'sı da Vienna. Viyana Sefaretindeydi, memurdu, tabi o zaman Viyana'nın aristokrasisi çok seçkin insanlardı, Fransızcaları da Fransızlardan iyiydi o başka.

Türkiye, bunları şunun için anlattım, alt sınıfların yetenekleri ölçüsünde "achievement" dediğimiz, "Leistung" dediğimiz, ehliyetleri ve kabiliyetleri ölçüsünde tırmanabildikleri yer.

Bu orduda da böyle, sivil bürokrasisi de böyle.

Böyle bir takım sınıflaşmalar Türkiye'de olmadı, olmuyor da. Yani bundan sonra da olamaz ama başka bir şey geliyor, maalesef, nepotizm dediğimiz akrabacılık, etnik ve bölgesel ayrımcılık, tarikatçılık, mezhepçilik vs.. Bunlar fevkalade tehlikeli.

Yeni Türkiye'yi bölecek, kuruluşumuzu, gelişmemizi engelleyecek şeyler.

Hüseyin Cemil Meriç (12 Aralık 1916; Reyhanlı, Hatay - 13 Haziran 1987, İstanbul),

Türk yazar, çevirmen, düşünür ve sosyolog.

Bu sözler Cemil Meriç’e aittir. Cemil Meriç, eserlerinde ve sohbetlerinde Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli isimleri ve olayları sık sık anmış, özellikle kültür, eğitim ve sağlık alanlarında Cumhuriyet’in kuruluş döneminde görev almış şahsiyetleri değerlendirirken hem övgü hem de eleştiri dolu tespitlerde bulunmuştur.

Burada adı geçen Prof. Erich Eckart, Almanya’dan Nazi baskısından kaçarak Türkiye’ye gelen bilim insanlarından biridir. 1933 sonrasında Atatürk’ün öncülüğünde yürütülen “Üniversite Reformu” sayesinde Türkiye, özellikle Almanya’dan gelen pek çok değerli bilim insanını kabul etmiş, bu kişiler Türkiye’nin tıp, mühendislik, fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında köklü bir modernleşme sürecini başlatmıştır. Eckart da bu bilim insanlarından biri olarak Türk tıbbına katkıda bulunmuş, özellikle çocuk sağlığı alanında öncülük etmiştir.

Cemil Meriç’in sözlerinde geçen diğer isim, Refik Saydam’dır. Refik Saydam, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sağlık Bakanı olarak görev yapmış, ardından Başbakanlık makamına yükselmiştir. Özellikle sağlık alanında çok önemli reformlara imza atmış, Türkiye’de modern halk sağlığı kurumlarının ve koruyucu hekimlik uygulamalarının temellerini atmıştır. 1930’larda bulaşıcı hastalıklarla mücadelede kurumsallaşma, halk sağlığı dispanserleri ve Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi yapılar onun döneminde hayata geçirilmiştir.

Meriç, bu iki ismi Cumhuriyet tarihinin en değerli devlet adamları arasında sayar ve onları “iki büyük Bakan” olarak anar. Mustafa Necati, eğitimde halkçı ve çağdaş bir anlayışın yerleşmesine öncülük etmiş, köy enstitülerinin zeminini hazırlamış, halkın eğitim seferberliğini başlatmıştır.

Türkiye’nin uzun savaş yılları (özellikle I. Dünya Savaşı ve ardından gelen Kurtuluş Savaşı) nedeniyle yetişmiş devlet adamı kadrosunun ne kadar sınırlı kaldığını, bu yüzden Cumhuriyet’in ilk yıllarında birkaç idealist şahsiyetin çabalarıyla büyük dönüşümlerin gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. “Bir üçüncüsü yok” derken, bu durumun trajik bir sonuç olduğunu, savaşların bir millete sadece can kaybı değil, aynı zamanda nitelikli insan gücü açısından da ağır bedeller ödettiğini vurgular.

Bu günlere kolay gelinmediğini bilmeyenler, kolayca ülkenin değerlerini, altını, üstünü, kısaca para getirsin diye her şeyini satmakta bir engel görmezler. Para satarak değil, üretimle kazanılır.

Görmeyince bilimi ve sanatı da göremez, okumayı, eğitimi geri plana atıp, olmayan ne varsa sahtesi ile idare edersin de nereye kadar?

Konfüçyus'un ilerleyen yaşlarında, evine ziyaretçi bir genç gelir.

Genç, duvarın yerden tavana kadar kitaplık ve bu kitaplığın da tamamen dolu olduğunu görür.

Dayanamayıp; “Bunca kitabı gerçekten okudunuz mu” diye sorar.

Konfüçyus; “evet" yanıtını verir. Genç tekrar sorar;

“Bu kadar çok kitaptan kim bilir neler öğrendiniz ...”

Konfüçyus tekrar cevap verir;

“Evet, ne kadar cahil olduğumu öğrendim ...”

https://servetbasol.com

250922