Eğitim ve tarihteki yerimiz.1

APH-2018.jpg

Günümüzdeki eğitim sistemi, akademik yetenek üzerine kuruludur. Kamu yararı hiç düşünülmemiştir. Her şey, endüstrinin gereklerine bağlıdır. Bundan dolayı kamu eğitimi ikiye bölünmüş durumdadır. Endüstriyel iş sahaları önceliklidir. Geriye kalan sahalar ise desteklenmez. Müzisyen olma, resim mi yapmak istiyorsun, vazgeç. Tiyatrocu mu olacaksın, aç kalırsın. Sanat seni geçindirmez, sporcu olacaksan futbolcu ol.! gibi.

1.ci dünya savaşından sonra öngörülen bu akademik eğitim sistemi, yaratıcılığı öldürüp “başarı” ile özdeşleştirilmiş, bu sisteme uyan ülkemiz de işe alınacak herkese önce “üniversite mezunu” şartı koymuştu. Yani üniversite, başarının anahtarı olmuştu. Kimse yetenek, girişimcilik ve zeka istemiyordu. “Çamurdan olsun, üniversite mezunu olsun” düşüncesi o günlerde işi kotarmakta idi.

UNESCO önümüzdeki 25 sene içerisinde tüm dünyada, insanlık tarihinden bu yana gelmiş-geçmiş tüm nüfustan daha fazla üniversite mezunu insan yetiştirmiş olacağımızı hesaplamış. Şu anki durumumuza bakarsak, artık “üniversite mezunu” olmak işe yaramıyor. BA yapmış olanlar bir kısıma, PhD yapmış olanlar diğer kesime hitap ediyor. Yani akademik eğitim iflas etmiş durumda. 1444-Yöneticilik

 

Gençlerimizin işsizlik sorununu şu iki temel kavram ile çözebiliriz;

Beceri geliştirmek ve iş sahaları yaratmak.

Konuya bir başka açıdan bakarsak eğitimde reform (yeniden düzenleme) 20-25 yıl önce başladı. 2000 öncesi politikacılar, eğitimciler, aileler ve öğrenciler eğitim sisteminin geliştirilmesi için dünya bu sistem nasıl işliyor diye birbirlerindi örnek alarak işe başladılar.

Eğitimden işgücüne geçiş zorlu ve çapraşık bir yoldur ve doğal olarak hedefe birçok değişik yoldan varılabilir. Ama birçok gencin de bu yollarda kaybolduğunu da biliyoruz.

Eğitimden vazgeçme nedenleri çeşitlidir; örneğin araştırmalar gösterdi ki Türk genci (daha az olmakla birlikte Hint gençliği de) yüksek eğitimin parasal getirisini sorgulamaktadır.

Böyle bir sonuç bizleri çok şaşırttı, çünkü birçok araştırma, yüksek eğitimin parasal dönüşünün var olduğunu gösterir. Ama Türk gençliği öyle görmüyor ise bu eğitim yolunun ilk kavşağında ayrılacak demektir. Önlerindeki tabelada “İleride Parasal Katkı Yok” yazmaktadır.

“Sıradanlığın zaferi diye bir şeyden bahsediliyor, yurtdışında da bu böyle. Çok kötü. Neden kötü? Bir kere üniversiteleri perişan etmiş durumda sıradanlığın zaferi.

Sıradanlık ve paçozluk hakim olduğu zaman bütün değerlerinizi pazarın, piyasanın kararlaştırmasına terk ediyorsunuz. Bu çok kötü.

Allame-i cihan olsanız, pazarda karşılığınız yoksa hiç bir yere gelemiyorsunuz.

Müşterisi olmayan bölüm için kapatma kararı alınıyor.

Ama bu noktaya gelince bir kere dersleri seyreltmeye başlıyorsunuz, dersler seyreltiliyor, standardı git gide düşürüyorsunuz, “Açtık mı?” “Açtık” bir üniversite haline geliyor ve bundan çok sevindirik oluyorsunuz üniversite açtım diyerekten. Sonunda, işinin ehli olmayan ama “ne iş olsa yaparım abi” tipolojisi ortaya çıkıyor.” 1316-Sıradanlığın Zaferi

 

Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir.

Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker?

Bir gün izmihlale (Arapça: Yıkım, çökme) uğrar mı?

Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır;

- Neme lazım be Sultanım!"

- İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım.

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:

- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde “neme lazım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.

Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve yıkılma de böylece mukadder (Arapça: Yazgıda var olan) hale gelir. 1314-Oyunu Sürdürmek . .

 

Televizyon izlerken birilerine bakıp da, “bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş” diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da işyerinizde sizinle aynı veya daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?..

Onlara bakıp, “bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li, bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı 12 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:

“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı.

Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

· Niteliksiz insanlar, ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine, her şeyin hakkı olduğunu düşünür!” 1214 - Dunning-Kruger Sendromu

 

Ayak izine göre ayakkabıların sağ ve sol ayak için ayrı ayrı üretilmeleri ilk defa 1818 yılına rastlar. Yine de yaygınlaşmasının 1850 lerde Amerika Birleşik Devletleri iç savaşı nedeniyle olduğunu biliyoruz. O tarihte ordunun bu ayakkabıları sipariş ettiğini, askerlerin sağ ve sol ayak için üretilmiş ayakkabı ile savaştıklarını da. Amerika Birleşik Devletleri 1851 senesinde sağ ve sol için ayrı ayakkabı uygulamasını resmileştirmiştir.

Asıl önemli olan, 1830’lara kadar, nerede ise on bin senedir, kimsenin böyle bir ayakkabıya ihtiyaç duymaması. Asırlar boyunca kullanılan ayakkabılar, hem sağ hem de sol ayak ile giyilebiliyordu. Birinin eskimesi, öbürünün de atılmasını gerektirmiyordu. Avrupa’nın en zengin ve gösterişli dönemlerinde bile böyle bir ayakkabı düzenine ihtiyaç duyulmamıştı.

Askerler savaşa geleneksel ayakkabı düzeni ile gidiyor, tekini yolda düşürse ya da savaşta kaybetse, bulduğu bir başka tek ile ihtiyacını giderebiliyordu. Sağ ya da sol tek kavramı yoktu, çünkü gerekli değildi. Bu tür hem kullanışlı, hem de pratik yarar sağlıyordu.

Bir ayağın izdüşümünü çizip kalıbı ters çevirerek öbür ayağa uygulamak, karşımıza “zenginlik belirtisi” olarak çıkar. İngiliz yazar George Orwell 1945 senesinde yazacağı “Hayvan Çiftliği – Domuzlar Diktatoryası” kitabında ki söz ile ölümsüzleşir; “Bütün hayvanlar eşittir Fakat bazı hayvanlar ötekilerden daha fazla eşittirler”. 1211-Başarı versus Ceza

 

1927’deki ilk sayıma göre nüfusun 13 milyon 648 bin 270 kişi olduğu açıklandı. Okuma-Yazma bilen bu %10'un büyük bir kısmı azınlık ve zaten yabancı okullarda öğrendiği Arap harfleri yanı sıra, Latin harfleri ile de okur-yazardı. Neden Harf Devrimi

 

Şu an, uçağı çok iyi bilen ve kullanan ama iletişimden hiç anlamayan bir gençlik ile karşı karşıyayız. Türkçe bilgisi çok az, mesleki terimleri ve anlamlarını sindirememiş bu Gençlik, kendilerini ifade etmede güçlük çekiyor. İçlerinde bulundukları ortamı tespit edip bunu en azından yanındaki ile paylaşabilmesi ya da doğru ifade edebilmesi, Hz.Mevlana’nın deyişi ile sınırlı olacaktır;

“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır!”.

İsterseniz bir deneyin. Alın size çok basit bir çeviri sorusu;

“The smallness of minute elements”.

Bu çeviri için çok iyi Türkçe bilmeniz gerekir.

“Kazın ayağı ise hiç de öyle değil!”.

Bu çeviri için ise, çeviri yapacağınız dili çok iyi bilmeniz gerekecektir.

Bilmekten vazgeçtim, kelime dağarcığınız çok fazla olsa bile, ifade yeteneğinizin de ileri düzeyde olma şartı devreye girecektir.

Bilgisayar başında evt, hyr, slm, mrb, a.e.o, ii, bn, cnm, 2moro, 2nite, 4ever, abt, afaik, asl, vs..yazmak ile kendini ifade edebilmek arasındaki fark, iletişimin aracısız yapılabilme başarısı ile orantılıdır. Bu da çok okumak, sonra da karşılıklı çok yorum alışverişi ile sağlanır ancak.

Bu birikime de “kültür” deniyor. 1339-CRM-AdilKultur-SMS

 

II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin halkını eğitimsizleştirme politikası 1948’deki Fulbright anlaşması ile Türkiye’de de uygulanmaya başlamıştı. Şu an hala geçerli olan bu anlaşmanın vardığı noktayı görmekten de öte yaşamaktasınız. Yakin Tarihi Bilmek

2013 senesinde gündeme getirdiğim “yeni nesil eğitim” çağrılarına kulak tıkayanların şimdi bu zamane eğitime muhtaç olduklarını anlamamaktaki ısrarları ilginç. Görüldü ki insan insana muhtaç. İnsan data’ya muhtaç, data da lisan bilir insana muhtaç çünkü evrensel. Kapınıza bırakılan ve uzaktan muayene yapmaya imkan veren bir kit dağıtıldığında vatandaş en azından bunu tanımalı, kullanabilecek eğitim seviyesinde olmalı ve bu araç ile ilgili soruları anlayabilip doğru cevaplar verebilmeli ki doğru teşhis konabilsin. Yine de ifade etmeliyim ki “Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyen YÖK Denetleme Kurulu üyesi Prof. Dr. Adı lazım değil için bile bu cihazı düzgün kullanabileceğinden ümitli değilim.

“Yaşadıkça öğrenirsin” sözü sanırım şimdilerde tersine işliyor.

“Öğrendikçe yaşarsın!”. 1151-Eğitim zorunlu ama hala öğrenmeye gerek var

Sağlıcakla kalın…

www.servetbasol.com

200427